Mustii sorularımızı cevapladı

Bu yıl Belçika’yı Eurovision’da “Before the Party’s Over” adlı şarkısıyla temsil edecek olan Mustii ile bir röportaj gerçekleştirdik. Mustiii merak ettiğimiz soruları yanıtladı.
-Biraz kendinizden bahsedebilir misiniz, Mustii kimdir?
Gerçek adım Thomas Mustin, Brüksel’de yaşıyorum ve Mustii bir tür « alter ego ». Mustii benim ama bir mikroskop altında benim, duygularımı ve hislerimi daha büyük bir şekilde göstermeme yardımcı olan bir kişiliktir.
Kendimi multidisipliner bir sanatçı olarak görüyorum, oyuncu olarak başladım (çocukluğumdan beri oyuncu olmayı her zaman istemişimdir). Tiyatro, televizyon ve sinema’da oynuyorum ancak müzik de benim için çok önemli bir ortam, müziğimde biraz tiyatralite katmayı seviyorum, favori şeyim sahnede olmak, izleyicilerle bağlantı kurmak, performans, bunun için yaşıyorum! Değişmeyi, kendimi dönüştürmeyi seviyorum ve her zaman karşıtlıklar yaratmak, örneğin güç ve kırılganlık arasında köprüler kurmak için arayış içindeyim. Bir kutuya konmak istemiyorum, gerçekten farklı şeyler yapmayı seviyorum, örneğin Drag Race Belgium’da jüri üyesiyim, burada tüm ihtişam, taşlar, moda ve bunlar varken aynı anda çok karanlık ve soğuk bir gerilim filmi çekiyorum ve genç, sert, maskülen kötü adamı oynuyorum… Her zaman konfor alanımdan çıkmak istiyorum, tam anlamıyla dolu dolu yaşamak istiyorum.
-Kariyerinize oyunculukla başladınız. Müziğe olan ilginizi nasıl keşfettiniz?
Tiyatro okulundayken oda arkadaşımın Synthesizeri ve piyanosu vardı, bu yüzden öğrencilerin partilerinden sonra gece eve döndüğümde onun eşyalarıyla çalmaya çalıştım ve adım adım, azar azar içgüdüsel olarak şarkı söylemeye başladım. bazı melodiler ve demolar besteleyip yazdım… ardından ilk rock grubumu kurdum. Öncü olma fikri her zaman hoşuma gitti. Çocukluğumdan beri şarkı söylüyorum ve ailemde başka sanatçı yok ama babamın bir sürü plakları vardı bu yüzden Lou Reed’den Bob Dylan’a, The Beatles’tan pek çok farklı sanatçıyı dinleyerek büyüdüm. David Bowie’dan, Rolling Stones’a veya Black Sabbath, The Clash, Talk Talk, Depeche Mode vb.
-Eurovision teklifi nasıl geldi, bize bu süreçten biraz bahseder misiniz?
Bir yıldan fazla bir süre önce Drag Race Belgium’da birinci sezon çekimleri sırasındaydı! Sabah erkenden makyaj yaparken, RTBF patronlarından biri yanıma gelip Belçika’yı Eurovision’da temsil etmeyi kabul edip etmeyeceğimi sordu! Benim için çılgıncaydı, neredeyse bir rüya gibiydi, gerçekten sabahın erken saatleriydi ve gerçekten yorgundum ama bu soru beni anında uyandırdı!
Çok duygulandım ve onur duydum. Bu işi aşırı ve büyük duyguları deneyimlemek için yapıyorum, dolayısıyla bu harika mücadeleye hayır demem için hiçbir neden yok! Çok şey öğreneceğim ve harika yeni insanlarla ve sanatçılarla tanışacağım!
-« Before the Party’s Over » şarkınızdan biraz bahseder misiniz? Şarkı nasıl ortaya çıktı ve hikayesi nedir?
Birkaç ay sonra çıkacak olan bir sonraki albümümün kapanış şarkısı ve benim için Eurovision için doğru seçimdi çünkü güç ve kırılganlık arasında bir karışım ve karşıtlık içeriyor. Şarkının birkaç katmanı var, onu farklı yorumlayabilirsiniz. Dayanıklılıkla ilgili, her ne sebeple olursa olsun hayatta mücadele edenler için, bir yaşam çığlığı, hayata bir övgü, bir uyandırma çağrısı, çok fazla zamanımız yok o yüzden dolu dolu yaşamalıyız.
Şarkıyla ilgil iki referansım var; sonunda büyük bir koroyu da içeren « Memory of a free festival » adlı David Bowie şarkısı ve Tchekov’un « The three sisters » tiyatro oyunu.
Şarkıyı bir öğleden sonra Pierre Dumoulin ve Ben Leclerq ile besteledim ve ilk ortaya çıkan şey sonundaki koro melodisi oldu (I got a soul on fire, I’m gonna raise roofs tonight…). Şarkının birleştirici ve sembolik yönünü güçlendirmek için çok sayıda insan tarafından söylenen bu şarkıyı çok çabuk duymak istedim ama profesyonel şarkıcılar istemedim, dünyanın heryerinden « sıradan insanların » enerjisini ve yaşamını duymak istedim. Bu aynı zamanda Eurovision’un “United By Music” sloganını tam anlamıyla almanın bir yoludur!
-Şarkının klibinde yeteneklerinizi iyi bir şekilde ortaya koyduğunuzu görüyoruz; çok kaliteli. Klip çekiminden biraz bahseder misiniz?
Harika yönetmen Bjorn Tagemose (Iggy Pop, Grace Jones, hayran olduğum ikonik sanatçılarla çalıştı) ve kreatif direktör Deborah Bloemen ile çalışma şansım oldu, onlar benim evrenimi tamamen anladılar, kırılganlık ve güç arasındaki bu karşıtlığı istedik. Karanlık ve ışıltılı bir dokunuş, şarkının ardındaki aciliyet hissini tercüme etmek büyük bir zorluktu, hayatın nabzı!
Ekibimle gurur duyuyorum çünkü Belçika’yı bütünüyle temsil ediyor, etrafım Flaman, Brüksel ve Valon halkı tarafından çevrelenmiş durumda, bu da müziğin birleşebileceğini bir kez daha kanıtlıyor! Ve sevimli bir şey; klipte Belçika bayrağının renklerini ve ışıklarını neredeyse görebiliyorsunuz. Bu videoda pek çok sembol var, koronun tüm seslerini temsil eden bu mikrofonlar, bu yaşam çığlığı. Tamamen bırakma ihtiyacı, gerekli bir terk etme var, neredeyse mistik bir şey, bir tasfiye, bir şeytan kovma, şeytanların ortaya çıkmasına izin verme…

-Eurovision performansınızda klipteki bazı öğelerin olacağını belirtmiştiniz. Bize bir ipucu verebilir misiniz? Malmö’de sizden ne bekleyebiliriz?
Evet klipte bazı ipuçları var, yarattığımız bu evrene sadık kalmak istiyorum ama biraz gizemi koruyalım haha. Şunu söyleyebilirim ki, kendi yaratıcı ekibim var ve bu ekip klip ve performans açısından aynı olacak.
-Bu yılın favori ülkelerinden birisiniz. Favori olmak sizi nasıl hissetiriyor?
Çok fazla düşünmek istemiyorum ve işe odaklanmak istiyorum, sürecin keyifli geçmesini istiyorum, çok şey öğrenmek ve harika yeni insanlarla tanışmak istiyorum. Şarkının birçok insanda yankı uyandırmasından özellikle mutluyum, bu benim için en önemli şey.
-Eurovision’a iki ay kaldı. Eurovision’a nasıl hazırlanıyorsunuz?
Aynı anda birçok farklı şey. Spor, vücut ve ses için koçluk, provalar, tanıtım, sevdiklerimle rahatlama anları, geçen yıl Belçika’yı temsil eden Gustaph’tan da iyi tavsiyeler alıyorum. Onu çok seviyorum!
-Şarkınız Türkiye’de çok seviliyor. Türkiye’deki takipçilerimize bir mesajınız var mı?
Çok teşekkür ederim, çok duygulandım. Daha gençken Türkiye’ye gitmiştim ve çok güzel anılarım var! Hepinize en iyisini dilerim, hayatınızı dolu dolu yaşayın, korkmayın. Frank Herbert’in dediği gibi, « Fear is the mind killer » (Korku Zihin Katilidir) o yüzden korkmayın, kendiniz olun. Sevgiyle.